Mâsiva

Gölge Diyarı’nın Unutulmuş Tarihi
“… Ve o günden bu yana, Mâsiva bir sınırdır: tarih ile efsane, akıl ile delilik, ışık ile gölge arasında çekilmiş bir sınır.
Ve bu sınır hâlâ geçilememiştir.”

Anadolu’nun sisle örtülü kalbinde, haritalarda ancak silik bir leke gibi duran bir şehir vardır: Mâsiva. Tarihin kıyısında kalmış bu esrarengiz yerleşim, en eski yazılı kayıtlarda dahi ancak fısıltılarla anılır. Onun adı, Büyük İskender’in Makedonya Krallığı’na uzanan seferlerinde belirir ilk kez. Antik Yunan dünyasında "Skia Chora" yani "Gölge Yer" ya da "Gölge Diyar" olarak bilinir.
Ne haritalarda net bir sınırı vardır ne de tarihçilerin zihninde berrak bir yeri. Çünkü Mâsiva, daima gerçek ile hayal arasındaki belirsiz çizgide salınmıştır.
Efsaneye göre, Büyük İskender Babil’e doğru yola çıktığında bu bölge hakkında tuhaf söylentiler duyar. Askerler çekingenleşir, komutanlar bile göz göze gelmeden fısıldaşır. Bölgenin uğursuz olduğu, girenin çıkamadığı anlatılır.
,Bunun üzerine İskender, Babil İmparatoru’na kan dökmeyeceğine dair bir mektup yazar; yeter ki bu bölgeyi ona bıraksın. Ancak Babil hükümdarı, Mâsiva’nın onun denetiminde olmadığını, oranın adeta kendi yasaları ve karanlık sessizliğiyle yaşayan bir diyar olduğunu bildirir.
İskender, bu sözlere inanmamış olacak ki, ordusunu dışarıda bırakıp yalnız başına Gölge Diyar’a girer. Dönüşü, bir bakıma hiçlikten dönüştür. Onu karşılayanlar, komutanlarının bakışlarındaki delici ışıltının yerini başka bir şeye bıraktığını fark eder. Konuşmaları, sesinin tonu, hatta yürüyüşü bile değişmiştir. Tanrıyla görüştüğünü söyler. Artık yalnızca Babil’i değil, bütün dünyayı ilahi bir düzenle yönetmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu inançla Mısır’a yönelir; zira tanrısal güce erişmenin yolunun oradan geçtiğine inanmıştır.
Ne var ki Babil İmparatoru, bir başka mektupla İskender’i uyarır. Bu kez Grekçe yazılmıştır ve içinde hem tehdit hem de yakarış vardır: "Gölge Diyarı’na ordunla girme." İskender, yaşadıklarının ağırlığı altında bu çağrıya kulak verir. Mâsiva’ya adım atmaz bir daha. Onu çevreleyerek geçer, ama içindeki karanlık iz asla silinmez.
Yüzyıllar geçer. Roma, Anadolu’ya hükmettiğinde Mâsiva yeniden gündeme gelir. Eski kehanetler, yeni bir merakla birleşir. Uyarılara kulak asmayan Roma, birliğini vergi toplama bahanesiyle Gölge Diyar’a yollar. Gönderilen birlik, bugünkü adıyla Sessiz Orman denilen bölgede kamp kurar. Ve sonra... hiçbir iz bırakmadan kaybolur. Ne cesetler ne çadırlar ne de silahlar bulunabilir. Geriye yalnızca ormanın derinliklerinden yayılan uğursuz bir sessizlik kalır.

Roma İmparatorluğu, bu felaketin ardından bölgeye bir daha asker göndermez. Ancak sürgün edilen Junie Daphnis, kaderin acı bir cilvesi olarak Mâsiva’ya vali olarak atanır. Ne var ki aklını yitirmesi uzun sürmez. Zihin karanlıkla dolduğunda, geriye yalnızca delilik kalır. Yerel halkı katletmeye kalkışır ama Gölge Diyar da onu bağışlamaz. Halk, onu bugünün "Ölüm Tepesi" olarak anılan yerde kendi elleriyle asar. Cesedi rüzgârda sallanırken, şehir yeniden sessizliğine gömülür.
Yüzyıllar, Mâsiva'nın taş duvarlarından sessizce akıp geçer. Roma’nın külleri üzerine yükselen Bizans, şehre doğrudan dokunmasa da ona yeni bir ad verir: Heteros “Diğer.” Tanrının olmadığı, yasaların geçersiz kaldığı, sınırların buğulu bir sis gibi dağıldığı yer... Bu ad, yalnızca bir tanım değil, bir kabuldür: Mâsiva artık bir mekân değil, bir tehlikenin adıdır.
Bizans tahtına oturan II. Mihail’in çocukluk yıllarında yaşananlar bu kabule dönüşen korkunun beden bulmuş hâlidir. Anadolu bozkırlarında bir iç karışıklıktan kaçan ailesi, onu da yanına alarak güvenli bir yer arar. Kader, ayaklarını Mâsiva’nın sınırlarına sürükler. Orada yaşananlar tarihe düşülmez çünkü anlatacak kimse kalmaz. Geriye yalnızca Mihail döner… Bir daha asla düzgün konuşamaz. Gölge Diyar’dan kurtulmuştur ama sesi, zihni ve çocukluğu orada kalmıştır.
Yalnızca şu cümle kalır geriye:
“Beni orada bıraktılar. Ama biri hâlâ konuşuyor.”
İmparator kekeme kalır; Mâsiva susar.
Zaman geçtikçe Anadolu yeni bir karanlığa hazırlanır: Türk akınlarıyla gelen Selçuklu’nun yükselişi...
Yeni gelenler bölgeyi “Geçiş” olarak adlandırır. Eski Türkçede “başka bir âleme açılan kapı” anlamına gelen bu isim, Mâsiva’nın doğasına tam olarak denk düşer. Moğol istilaları bölgeyi kana boğarken bu kara diyar yine dokunulmaz kalır. Rum ve Ermeni kökenli halkların uyarılarına kulak veren Selçuklu ileri gelenleri, Mâsiva’ya yalnızca dostane ziyaretlerde bulunur. Fakat her girişimleri yanıtsız kalmıştır. Zira Mâsiva kendisine yaklaşanı içine çeken sessiz bir uçurumdur.
İstiladan kaçan Moğol birliklerinin Mâsiva’ya sığınmasıyla yeni hikâyeler doğar. Bu hikâyeler anlatıldıkça, şehir yeniden nefes alır.
Biri, Moğol savaşçılarının sabaha karşı çırılçıplak koşarak kendi kılıçlarına atıldığını söyler.
Bir diğeri, ormanın kalbindeki taş bir mezarın üstünden yükselen dumanı...
Kimse doğrulamaz ama herkes fısıldar…
Selçuklu’nun dağılmasıyla başlayan yüzyıllık kaos, Mâsiva’yı efsanenin kıyısına iter. Osmanlı yükselir, Anadolu birleşir ve karanlık, yeniden bir göz tarafından fark edilir.
Fatih Sultan Mehmet...
İstanbul’un fatihi, kitapların ve kılıçların hükümdarı. Onun sadrazamı Rum Mehmed Paşa, Karamanoğulları isyanını bastırdıktan sonra Mâsiva’nın sınırlarına yaklaşır. Bölgede ticaret yapan halkın garip diller konuşması, gölgeler gibi sessiz dolaşması onu tedirgin eder. Sadrazam, ticaretle uğraşan bazı halk üyelerini tutuklatır, sorgular, bastırmaya çalışır.
Ancak Mâsiva bastırılamaz.
Bir kez daha sessizliğiyle konuşur.
Fatih bu gelişmeleri duyunca Mehmed Paşa’yı derhal geri çağırır. Gençliğinden beri bu bölgeyle ilgili uyarılmış; hükmetmek isteğiyle değil, uzak durma bilinciyle büyütülmüştür.
Sadrazam görevden alınır.
Mâsiva yine kazanır.
O günden sonra şehir, Arap etkisindeki Osmanlı Türkçesiyle “Mâsiva” olarak anılmaya başlar.
Tanrı’dan gayrı olan her şeyin adıyla mühürlenmiştir bu şehir. Ne ilahî olanın hükmü geçer burada ne de insan aklının.
Ve bugün...
Türkiye’nin kalbinde bir şehir yükseliyor.
Adı modern binalarla, geniş caddelerle, alışveriş merkezleriyle anılıyor. Mâsiva artık büyük bir metropol; insanların göç ettiği, çalıştığı, yaşadığı bir yer. Ama ne isim tabelaları ne GPS verileri ne de resmi haritalar onun gerçek doğasını gösterebiliyor.
Çünkü Mâsiva, görünene ait değildir.
Işığın ötesinde, tarihin çatlağında solur.
Her gelen dönmez; dönenin de içi boş kalmaz.
Zihinlerine sinmiş bir ses taşırlar;
sessiz, kesintisiz, ısrarlı:
“Gölge inmedi. Sen karanlığı çağırdın.”



© 2025 Salih Can Aktaş. Tüm hakları saklıdır.
Tasarım & Geliştirme: Bambu Dijital